14 Mart 2013 Perşembe

İstanbul’un Fethi ve Kuran’da Fetih…

Geçtiğimiz Salı günü İstanbul’un fethinin 559. yılı kutlandı. Bilhassa dindar, muhafazakâr kesim tarafından son derece önemsenen bugün gerçekten bir övünç kaynağı mıdır bir de Kuran perspektifinden bakalım. 

Dindar kesimin İstanbul’un fethini bu derece önemli görme nedenlerinin başında Peygamberimizin bir hadisi olduğu iddia edilen şu söz yatıyor; 

“İstanbul’u fetheden komutan ne güzel komutandır, İstanbul’u alan asker ne güzel askerdir” 

Biraz düşününce bu sözün birtakım siyasi hedefler, amaçlar için uydurulup, Müslümanlar üzerinde etkili olması için Peygamberimize isnat edilmiş olma ihtimalinin ne derece yüksek olduğu kolayca anlaşılabilir. Ancak bunun ötesinde Kuran’a, Kuran’da savaşma ile ilgili ayetlere bakarak da Peygamberimizin böyle bir sözü söylemiş olduğundan şüphe edebiliriz. Çünkü Kuran’da savaşma hakkı belli şartlara bağlanmıştır ve çıkar amaçlı fetih uygun görülmemiştir. 

Bu durumda İstanbul’un fethi ile gururlanmadan, Fatih ile övünmeden önce İstanbul’un fethi Kurani anlamda ne derece meşru ona bakalım. 

Kuran’ın savaş ayetleri dikkatlice incelendiğinde Müslümanların ancak kendilerine saldıranlarla savaşabilecekleri anlaşılır. 

Kendilerine zulmedilmesi dolayısıyla, onlara karşı savaş açılanlara savaşma izni verildi. Şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye güç yetirendir. (22 Hac Suresi- 39) 

Ve eğer antlaşmalardan sonra, yine yeminlerini bozarlarsa ve dininize hınç besleyip saldırırlarsa, bu durumda küfrün önderleri ile çarpışın. Çünkü onlar, yeminleri olmayan kimselerdir; belki cayarlar. 


Yeminlerini bozan, elçiyi yurdundan sürmeye çabalayan ve sizinle ilk defa savaşa başlayan bir topluluk ile savaşmaz mısınız? Korkuyor musunuz onlardan? Eğer inanıyorsanız, kendisinden korkmanıza Allah daha layıktır. (9 Tevbe Suresi – 12&13) 

Oysa uygulamaya baktığımızda Müslüman olmayanlara saldırmak, kafir toprağı ilan edilen yerleri kuşatıp fethetmek sanki İslam dininin bir parçası gibi değerlendirilegelmiştir. Müslüman devletlerin, Osmanlı İmparatorluğu da dahil, yaptıkları fetihler hep bu şekilde değerlendirilmiş, kafirden toprak alıp o toprakları Müslümanlaştırmak İslam’ın bir parçası hatta gereği sayılmıştır. 

Halbuki Kuran açıkça belirtir ki “dinde zorlama yoktur” (2 Bakara Suresi -256). Kuran Peygamber’e bile kimse üzerinde baskı kurma yetkisi vermemiştir. 

Artık sen, öğüt verip-hatırlat. Sen, yalnızca bir öğüt verici-bir hatırlatıcısın. Onlara zor ve baskı kullanacak değilsin. (88 Gaşiye Suresi– 21&22) 

Öyleyse İstanbul’un fethini düşünürken, statlarda eğlenceler ile kutlarken bu fethin Kurani anlamda ne derece kabul edilebilir olduğunu bir kez daha düşünmemiz gerekiyor. Eğer gerçekten Kuran’da bahsi geçen şartlar oluşmuşsa o zaman sorun yok ama eğer bu şartlar o zaman İstanbul’da mevcut değildiyse bu durumda bunda kutlanacak bir şey yok sanırım..


Anti-Kapitalist Müslümanlar Tamam da, “İslam Anti-Kapitalisttir” İddiasına HAYIR!

Bu yılki 1 Mayıs kutlamalarının ardından kendinden en çok söz ettiren grup kuşkusuz ki anti-kapitalist Müslümanlar oldu. Bu Müslüman grubun solcu pek çok farklı grubun yanında meydanlarda yer alması hatta daha önce orada olmamalarının hata olduğunu söylemeleri pek çok kişi tarafından, Türkiye’de kamusal alanın çok seslileşmesi, farklılıkların bir arada var olabilmesi açısından çok önemli bir adım olarak değerlendirildi. Verilen en önemli mesaj sol ile İslam’ın artık alternatif, hatta düşman sesler olarak anılmayacak olmasıydı. Bana göre de bu adım tam da bu açıdan, Müslümanları tek tiplikten, tek sesten kurtardığı için, Müslümanların da farklı düşüncelere sahip olabileceğini, Müslümanların da farklı ideolojileri benimseyebileceğini göstermesi açısından son derece önemliydi. 

Kuran’ın emir ve yasaklarına uyduğu, karşı çıkmadığı takdirde her türlü farklı görüş, ideoloji Müslümanlar tarafından benimsenip savunulabilir. Bu noktadaki tehlike ise tüm bu farklı Müslüman grupların kendi görüşlerini İslam dini olarak insanların önüne koymasıdır. Örneğin bir Müslüman anti-kapitalist olabilir, bunu kendi görüşü olarak savunabilir. Ancak bu kişi çıkar da İslam dini zaten anti-kapitalisttir derse işte o zaman sorun büyüktür. Bu durumda bu Müslüman kendi düşündüklerini Allah’a söyletmeye kalkıyordur ki bu son derece tehlikelidir. 

“Kuran anti-kapitalisttir” tezinin dini olarak savunulması imkansızdır, zira Allah Kuran’da sık sık müminlerin sahip oldukları mallardan vs. bahseder. Yani Kuran’da özel mülk vardır. Zaten özel mülk vardır ki inananlar sahip oldukları mallar içerisinden infak etsinler. Eğer malımız mülkümüz olmasaydı, neyi infak edebilirdik ki? 

Yemin olsun ki, sizi korku, açlık; mallardan-canlardan-meyvelerden eksiltme türünden bir şeyle mutlaka imtihan edeceğiz. Sabredenlere müjdele. (2 Bakara Suresi -155) 

Küfre sapanlara gelince, onların malları da çocukları da Allah’a karşı kendilerine hiçbir yarar sağlamayacaktır. Onlar, işte onlar, ateşin yakıtıdırlar. (3 Ali İmran Suresi- 10) 

Yetimlere mallarını verin. Temizi pise değişmeyin. Yetimlerin mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Bunu yapmak gerçekten büyük bir vebaldir. (4 Nisa Suresi -2) 

Kuran’ın kapitalist olmadığını söylemek de mümkündür bana göre. Çünkü Kuran yardım etmekten bahseder. Müminin malında ihtiyaç sahibi ile yoksulun hakkı olduğunu söyleyen (Zariyat Suresi -19) bir dinin kapitalizm ile tamamen uyuştuğunu söylemek de mümkün değildir. Ayrıca Kuran barışı ve adaleti kişinin çıkarlarının üzerinde tutarak da kapitalizmden ayrılır. 

Ey iman edenler! Öz benliğiniz, anne-babanız, yakınlarınız aleyhine de olsa, zengin veya fakir de olsalar, adaleti dimdik ayakta tutarak Allah için tanıklık edenler olun. Allah, ikisine de sizden daha yakındır. O halde nefsinizin arzusuna uyarak adaletten sapmayın. Eğer dilinizi eğip büker yahut çekimser kalırsanız, Allah yapmakta olduklarınızdan haberdardır. (4 Nisa Suresi-135) 

Yani Kuran ne kapitalisttir ne de anti-kapitalist. Zaten hata Kuran’ı modern ideolojilere göre sınıflandırmaya, bir yere oturtmaya çalışmaktadır. Bundan 1300 yıl önce indirilmiş olan Kuran, sonsuza dek var olacaktır ve her dönem ve her mekan için doğru olan evrensel kurallar getirmiştir. Bir mümin bu kurallara riayet ettikten sonra bunun yanında pek ala başka fikirler, görüşler benimseyebilir. Yeter ki bunları İslam dininin değil kendisinin görüşleri olarak koysun ortaya.


Oturanlardan Değil Mücadele Edenlerden Olmak !

Geleneksel “İslam”, dine, hadisler ve ilmihaller aracılığıyla yeni kurallar, yeni emir ya da yasaklar getirirken, Allah’ın üzerimize açıkça yazdığı birtakım emirleri de göz ardı eder. Bunların en önemlilerinden biri müminin sorumlu tutulduğu cihad, yani Allah yolunda mücadeledir. Allah, Kuran’da çeşitli ayetlerde müminlere Allah yolunda mücadele etmeleri gerektiğini söylemiştir. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki burada bahsi edilen mücadele yalnızca silahlarla savaşa çıkmayı değil, Allah yolunda farklı şekillerde uğraşılmasını da içermektedir. Çevremizdeki insanlara dini anlatmak, bu amaçla bir kitap yazmak, bu kitabın basılması, dağıtılması yani daha çok kişiye ulaşması için para harcamak hep bu mücadele yöntemleri arasında sayılabilir. Gerek okuyup, öğrenip edinilen bilgilerin gerekse çok çalışıp kazanılan paranın insanları Allah’ın dinine yönlendirmek için kullanılması Allah yolunda mücadele kapsamında ele alınmalıdır. 


Allah aşağıdaki ayetinde canlarını (eğer bir savaş durumu yoksa bunu enerji ve vakit harcamak olarak değerlendirebiliriz) ve mallarını Allah yolunda harcayanların cennet ile ödüllendirileceklerini açıkça belirtmektedir. 

Allah, müminlerin canlarını ve mallarını, karşılığında kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır. (9 Tevbe Suresi -111) 

Bu ayeti okuyunca her defasında benim aklıma gelen ilk tepki; “daha karlı bir ticaret olabilir mi?” oluyor. Şu geçici dünyada canını, vaktini, enerjini, sahip olduklarını Allah yolunda hizmet etmek için harcıyorsun ve sonrasında sonsuz yurtta, yani ahirette cennet ile ödüllendiriliyorsun. Bu şekilde Allah yolunda uğraşan kişilerin diğerlerinden Allah katında farklı olduğunu ise Allah şu ayet ile açıkça ortaya koyuyor; 

İnananların; özür sahibi olmaksızın oturanlarıyla, Allah yolunda malları ve canlarıyla didinip gayret gösterenleri aynı değildir. Allah, malları ve canlarıyla gayret gösterenleri oturanlara derece bakımından üstün kılmıştır. Allah hepsine güzellik vaat etmiştir ama cihat edenleri, çok büyük bir ödülle, oturanlardan üstün kılmıştır. (4 Nisa Suresi- 95) 

Allah’ın ifadeleri son derece açık. Öyleyse iyi mümin olmak gündelik, dünya eksenli hayatı yaşarken, günde toplamda 15 dakika namaz kılmak, yılda bir ay oruç tutmak ve ömürde bir kez de hacca gitmek değildir. Gerçek müminler ibadetler ile yetinmezler. Onlar tüm hayatlarını Allah yolunda mücadele etme amacıyla şekillendirirler. Her an akıllarında İslam dini adına bugün ne yapabilirim sorusu ile bu amaca hizmet etmeye çalışırlar. 


Oysa ülkemizde en muhafazakar, en dindar görünen kişiler bile ibadetler ile yetinilmesi gerektiğini, özel hayatımızda dindarlığı yaşayıp bunu dışarıya pek de yansıtmamamız gerektiğini söyleyip durular. Bilhassa aileler çocuklarını bu konularda ciddi bir şekilde uyarırlar; “sen kendi işine bak oğlum, namazını kıl tabi ama kimseye de bir şey deme”. Yani pek çok pratik konuda sert sınırlar çizen, gereksiz detaylar veren, dini zor hatta yaşanmaz hale getiren geleneksel “İslam”ın birçok savunucusu bir yandan da Allah’ın son derece önemli, Kuran’da çeşitli şekillerde bahsettiği bir emrini kolayca göz ardı edebilmiştir.


Allah’ın Yarattığı Mükemmellikler Üzerine Düşünmek…

Allah, Yunus Suresi’nin 100. ayetinde aklını kullanmayanları pisliğe mahkum edeceğini söyler ve birçok başka ayette de Kuran’ı bizlere aklımızı işletmemiz için, üzerine düşünmemiz ve anlamamız için gönderdiğini söyler.

Aklınızı işletmeniz ümidiyle Allah, ayetlerini size işte böyle açıklıyor. (2 Bakara Suresi- 242) 

Ayetler üzerine düşünmek, aklımızı işletmek ne demektir? Her bir ayeti Allah’ın bize bir seslenişi olarak düşünüp, bununla Allah bize ne diyor, nasıl bir mesaj veriyor, ne yapmamızı ya da yapmamamızı söylüyor diye sorgulamaktır. Yalnızca emir ve yasakları almak da değil, her bir kıssadan, verilen her bir örnekten bir ders çıkarmak demektir. 

Kuran okunurken üzerine düşünülmesi gereken, Allah’ın bizden özellikle düşünmemizi istediği en önemli konulardan biri de evrenin yaratılışı ve Allah’ın evrende kurduğu muhteşem düzendir. 

Şu bir gerçek ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanların yararı için denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten suyu indirip onunla, ölümünden sonra toprağı dirilterek üzerine tüm canlılardan yaymasında, rüzgârların bir düzen içinde yönden yöne çevrilmesinde, gök ve yer arasında bir hizmete memur edilen bulutlarda, aklını işleten bir topluluk için sayısız izler-işaretler-ibretler vardır. (2 Bakara Suresi -164) 

Bu ve buna benzer birçok ayet Allah’ın yarattığı mükemmelliklerden bahsedip bunların bizler için birer ibret olduğunu söyler. Rüzgar sayesinde hareket edebilen bulutların yer değiştirmesi ile yağmurun yer yüzünün farklı yerlerine düşebilmesi ve dolayısıyla yer yüzünün farklı yerlerinde yaşam oluşabilmesi, günlerin gündüz ve geceden oluşarak insanların hem verimle çalışmasına hem dinlenmesine olanak sağlanması, rüzgar yardımı ile deniz yolu taşımacılığının yapılabilmesi gibi yaşadığımız dünyada var olan kusursuz tasarımlardan bahseden bu ayetler bizleri bu konularda düşünmeye sevk eder. (Kuran’da bahsi geçen bu kusursuz düzenle ilgili örnekler için tıklayın) 

Size gökten su indiren de O’dur! Biz o suyla her şeyin bitkisini çıkardık. Ondan da bir yeşillik çıkardık. O yeşillikten birbiri üzerine binmiş dâneler çıkardık. Hurma ağacının da tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzümlerden bağlar, zeytin, nar çıkardık. Birbirine benzeyeni var, benzemeyeni var. Meyve verdiğinde ve meyveler olgunlaştığında bir bakın onun ürününe! Bu size gösterilenlerde, iman eden bir topluluk için, çok ibret vardır! (6 En’am Suresi -99) 


Yaşadığımız çevredeki, yediğimiz yiyeceklerdeki, o yiyeceklerin yetişmesindeki, hatta bizzat kendi vücudumuzdaki mükemmellikler bizim hayatlarımızın tam da içindedir aslında. Yani yaşadığımız her an Allah’ın yarattığı bir güzellik ile karşı karşıya kalırız. Bunları görmek için uzaklara bakmaya, bilimsel araştırmalar yapmaya, kalın kitaplar okumaya gerek yoktur. (Elbette bilimsel araştırmalar yapmak bu güzellikleri daha net sergileyecektir. Ama bu sıradan insanlar için pek mümkün değildir.) Yaşadığımız ortama, yararlandığımız nimetlere, kendi kendimize dikkatlice bakmamız yeterlidir aslında. Doğada, insan vücudunda, insanın tükettiklerindeki mükemmel tasarım son derece nettir. Önemli olan bunlar üzerine düşünmek, kafa yormak ve bu güzellikleri her gördüğümüzde Allah’ın kudretini, yaratma gücünü bir kez daha fark edip Allah’a olan sevgimizi ve teslimiyetimizi arttırmaktır.


Hadisler Ya Vardır, Ya Yoktur : Duruma ya da Zamana Göre Eleme Yapılamaz!

En son, bir grup Türk hacının deve sidiği içmesi ile başlayan ve Diyanet’in Buhari’de yer alan hadisi yalanlaması ile devam eden tartışma aslında çok daha geniş bir konunun parçası. Tüm bu tartışmaları yaparken bu geniş resmi gözden kaçırmamak gerek. 

Türkiye’de bilhassa son birkaç yıldır süregelen bir eğilim var: Beğenilmeyen, hoşa gitmeyen, zamana uymadığı düşünülen hadisleri elemeye, halı altına süpürmeye dair bir eğilim. Bu, İslam dini adına son derece tehlikeli bir tutum. Zira insanı tutarsızlığa ve dolayısıyla da güvenilmezliğe götürüyor. Karşınızdakinin gözünde istediğini alıp istediğini bırakan, dine keyfi şekiller veren kişilere dönüşüyorsunuz. 

Recm (taşlayarak öldürmek) mesela, bu gelenekten çoktan beri uzaklaşmış, az ya da çok Batı Dünyası ile yakınlaşmış bir Türk için son derece gaddar bir eylem. Öyleyse ne yapmalı, recme dair hadisin güvenilirliğinden emin olunmadığı söylenip bu hadis görmezden gelinmeli. İslam dünyasının geri kalanında belki en çok tartışılan sözde İslami kurallardan biri recm iken Türkiye’deki en muhafazakar kesimler hatta Sunni İslam’ın temsilcisi Diyanet bu hadisi yok sayıyor. Buna çok seviniyoruz tabi, zararın neresinden dönülse kardır. Yani uydurmanın ne kadar çoğu bırakılırsa o kadar iyidir. Iyi de siz kendiniz ile çelişmiyor musunuz? 

Yukarıda bahsettiğim son tartışmada da yine aynı tavrı gördük. Kabul edilmesi dinen mümkün olmayan bir uygulama, ki zaten yıllardan beri de uygulanmıyordu, birden bir grup tarafından uygulanıverince konu oluyor ve Diyanet böyle bir hadisin varlığını yalanlıyor. İnanılması güç. Bu konunun bir sürü uzmanı, meraklısı var. Kaynaklar ortada. 

Zaten Diyanet’in bir de hadis projesi vardı birkaç yıl önce çok tartışılmıştı. Bu proje için “dinde reform yapıyorlar” diyenlere son derece sert çıkan Diyanet “reform yapmıyoruz bazı güvenilir olmayan hadisleri eleyip, diğerlerini de günümüz insanı için daha anlaşılır hale getiriyoruz” diyordu. Aslında bu açıkça dinde bir yeniliğe gidildiğini gösteriyordu. Bugüne kadar en güvenilir kaynaklar olarak kabul edilmiş, anlatılmış Buhari’de, Müslim’de yer alan hadisler bir şekilde kaynaklardan çıkarılacaktı. Çünkü Türkiye’deki genç nesillere o kaynaklarda yazan saçmalıkları artık kabul ettiremezdiniz. Daha kolay kabul edilebilir bir dinin şekillendirilmesi gerekiyordu. Zira karşı tarafta da “bu hadislerin hiçbirine güvenilmez, Allah Kuran’ın yeterli olduğunu söylüyor, bırakın bu hikayeleri” diyenler vardı. Tabi en başta da Kuran’ın kendisi; 

Karşılarında okunup duran bir kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır. (29 Ankebut Suresi -51) 

Biz bu kitabı sana, her şeyin ayrıntılı açıklayıcısı, bir doğruya iletici, bir rahmet, Müslümanlara bir müjde olarak indirdik. (16 Nahl Suresi -89) 

Allah size kitabı detaylandırılmış bir halde indirmişken Allah’ın dışında bir hakem mi arayayım? (6 Enam Suresi -114) 

Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. (6 Enam Suresi-38) 

De ki “Ben sizi ancak vahiy ile uyarıyorum.” (21-Enbiya Suresi 45) 

Maalesef benzer bir tavır kendilerini çoğunlukla liberal ya da modern Müslümanlar olarak tanımlayan kişiler tarafından da benimseniyor. İnsan haklarına aykırı görülen, günümüzün Batı değerlerine uygun görülmeyen hadisler “zaten bunlar kültürel, tarihsel” denerek eleniyor ancak genel olarak hadis ya da sünnet kavramları sorgulanmıyor. 

Eğer amaç İslam dinini temizlemek, iftiralardan ve dolayısıyla da oluşmuş bu olumsuz imajdan kurtarmak ise yöntem bu olmamalı. Müslüman’ın duruşu net olmalı. Peygamberin sözleri, onun hayatından hikayeler diye anlatılanlar en başta Peygamberin kendisine ve tabi sonra da Allah’ın dinine hakaret. Peygamberi öylesine gaddar, öylesine acımasız gösteren hadisler var ki insan okurken utanıyor. Allah’ın Peygamberi, Allah’ın dinine göre yaşayan Peygamber bunları yapmış olamaz. Zaten Kuran’daki merhametli peygamber de buna tamamen ters bir karakterde. 

Öyleyse duruş net olmalı: ya bu hadislerin hepsine inanır, ona göre yaşarsınız, hatta bu hadislerin her birinin önemini savunursunuz ya da gerçek bir yöntem benimser; bu ifadelerin, hikayelerin gerçekliği ile ilgili hiçbir kanıtımız yok, bunlar asla dini kaynak değildir dersiniz ve hepsini birden göz ardı edersiniz. Aksi takdirde güvenilmez olursunuz. Duruma göre tavır alan, dini kafasına göre şekillendiren insanlar olursunuz. Karşınızdakini de asla ikna edemezsiniz. Dinleyen, akleden adam sormaz mı sanıyorsunuz “peki kardeşim bu deve sidiği ile ilgili hadis ile ‘komşusu açken tok yatan bizden değildir’ hadisini birbirinden farklı kılan nedir?” diye. Evet kuşkusuz ikincinin verdiği mesaj insani bakımdan da sosyal açıdan da son derece faydalı. Ama bırakın bu sosyal bir mesaj olarak kalsın. Bunu Peygambere ve dine ithaf etmeye çalışmayın. Dinin tek kaynağı olan Kuran’da bununla aynı mesajı veren sözler var, Allah’ın sözleri. Onlar size neden yetmiyor?


“İçki içmem, ama gıybet ederim”

Allah, Kuran’da inananlar için çeşitli kurallar belirtmiş; şunları yapın, bunları yapmayın demiştir. Bunu yaparken belli günahların büyüklüğünün altını çizse de çoğu günah için bir ayrıma gitmemiş, hiyerarşi belirlememiştir. Kuran’da günahların hiyerarşisi ile ilgili verilebilecek nadir örneklerden birisi şirktir. Allah kendisine eş koşmayı diğer tüm günahlardan ayrı tutmuştur: 

Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez ama bunun dışında kalanı/bundan az olanı dilediği kişi için affeder. Allah’a şirk koşan, dönüşü olmayan bir sapıklığa dalıp gitmiştir. (4 Nisa Suresi- 116) 

Bununla beraber bir mümin için Allah’ın tüm emirleri, yasakları ve hatta tavsiyeleri son derece önemli olmalıdır. Bizi yaratan, bunca nimeti önümüze seren, bizi hayatımız boyunca koruyan Allah’ın bize söyledikleri geri kalan her şeyden daha değerli olmalıdır kuşkusuz. 


Ancak pratiğe bakıldığında sanki Müslümanlar bazı yasakları Allah böyle bir ifade kullanmasa da diğerlerinden fazla önemsiyorlar. Asla faiz almayan, bir tatlıya konan iki damla içkiden sakınmak için o tatlıyı yemeyen, kılık kıyafetinde Allah’ın sınırlarını titizlikle gözetmeye çalışan insanların kolaylıkla gıybet edebildiklerini (insanları arkalarından çekiştirebildiklerini) görüyorum. Peki gıybet bu yukarıda saydıklarıma göre daha az mı yasaklanmış ya da bunun daha hafif bir günah olduğuna dair bir bilgi mi var elimizde? Hayır, aksine Allah bu konu ile ilgili öyle bir ifade kullanıyor ki insanın tüyleri diken diken oluyor; gıybet “ölü kardeşinin etini yemek gibidir” diyor. 

Ey iman edenler! Zandan çok sakının! Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Sinsi casuslar gibi ayıp aramayın! Gıybet ederek biriniz ötekini arkasından çekiştirmesin! Sizden biri, ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi? Bakın bundan iğrendiniz. Allah’tan sakının! Hiç kuşkusuz, Allah tövbeleri çok kabul eden, rahmeti sonsuz olandır. (49 Hucurat Suresi -12) 

Gördüğünüz gibi ayet son derece açık. Allah bize doğrusunu bilip bilmeden başkaları hakkında konuşmayı, casuslar gibi başkalarının açıklarını, hatalarını aramayı, insanların arkasından konuşup çekiştirmeyi yasaklıyor. Ayetteki ifadeler son derece net. Yüce Rabbimiz bize bunları yapmayın diyor. Açık, net. Yorumlamaya ihtiyaç yok. 

Gelin bir de en çok konuşup tartışılan, uyulmaya çalışılan yasakların geçtiği ayetlere bakalım. İfadeler arasında bir farklılık, gıybetten bahsedilen ayetteki ifadede bir hafiflik görebilecek miyiz? 

İnananlar, sarhoş edici maddeler, kumar, kutsal taş ve türbeler, şans oyunları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan sakının ki kurtulasınız. (5 Maide Suresi -90) 

Mümin kadınlara da söyle: Bakışlarını yere indirsinler. Cinsel organlarını/ırzlarını korusunlar. Süslerini/zînetlerini, görünen kısımlar müstesna, açmasınlar. Örtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar. Süslerini şu kişilerden başkasına göstermesinler: Kocaları yahut babaları yahut kocalarının babaları yahut oğulları yahut kocalarının oğulları yahut kardeşleri yahut kardeşlerinin oğulları yahut kendi kadınları yahut ellerinin altında bulunanlar yahut ihtiyaç içinde olmayan erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar yahut kadınların kaygı duyulacak yerlerini henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar. Süslerinden, gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler, Allah’a topluca tövbe edin ki kurtuluşa erebilesiniz! (24 Nur Suresi -31) 

Gördüğümüz gibi tüm ayetlerdeki ifadeler, yasakların bildiriliş biçimi son derece benzer. “Sakının, aramayın, yemeyin, indirsinler, korusunlar, açmasınlar” gibi ifadeler geçiyor hepsinde. 

Öyleyse Müslümanların gözünde gıybetin tüm bu yasaklardan farklı, hafif olmasını gerektiren Kuranî bir sebep yok. Belki de dünyevi bir yanılgıya kapılıyoruz biz. Sanki gıybetten sakınmak imkansızmış, yapılamayacak bir şeymiş gibi düşünüyoruz. Bu yanılgının sebebi de alışkanlıklarımız tabi. Öylesine alışmışız ki birkaç kişi bir araya gelince orada olmayanlar ile ilgili konuşmaya. Bilhassa iş yerlerinde ya da kalabalık arkadaş gruplarında durum hep bu. Oysa gıybet ettikten birkaç dakika sonra elimizde ne kalıyor? Gıybet etmemiş olsak ne kaybederiz? 

Rabbimiz bizden asla yapılamayacak bir şey istemez, gıybetten uzak durmak da öyle sanıldığı kadar zor değildir aslında. Hem gıybet ile harcadığımız vakitleri çıkarsak, hayırlı konularda konuşmaya, Allah’ın ayetleri ile ilgili paylaşmaya ne kadar da çok vaktimiz kalır değil mi? 

Öyleyse gelin çok zor, yapamayız demeyelim. Bugün başlayalım. Elimizden geldiğince, yavaş yavaş. Allah’ın emrini sürekli aklımızda tutarak. Birisi hakkında ağzımızı açtığımızda bu emri hatırlayıp, eğer konuşmuşsak pişmanlık duyarak. Ben inanıyorum. Birkaç haftalık çaba yeter hepimize. Sonra zaten artık alışkanlığımız o olur. Allah’ın emirlerine daha çok uyan, hayırlı sözlere daha çok vakit ayıran kullar oluruz inşallah.


Şeytandan Allah’a Sığınmak…

Şeytandan Kuran’da defalarca kez bahsediliyor. Şeytana dair en sık kullanılan ifadelerden birisi ise Allah’ın müminlere yaptığı bir uyarıdır; “şeytanın adımlarını izlemeyin”. Şeytanın hikayesi de Kuran’da son derece açık bir biçimde anlatılmıştır. Allah, ilk insanı yaratıp tüm meleklere ona secde edin dediğinde hepsi Allah’ın emrini yerine getirirken şeytan isyan etmiş, kendisinin Adem’den daha hayırlı olduğunu ve dolayısıyla ona asla secde etmeyeceğini belirtmiştir. Allah tarafından cezalandırılan şeytan, Allah’tan insanları da kendi yoluna çekmek için süre ister ve işte insanoğlu için sınav da tam burada başlar. Artık müminler için bir yanda Allah ve onun emirleri diğer yanda ise şeytanın kandırmacaları vardır. 

Bakara Suresi’nin 268. ayeti şeytanın müminler için ne derece tehlikeli olduğunu 

“şeytan sizi fakirlikle korkutur, sizi görünür görünmez çirkinliklere sürükler” 

diyerek ortaya koymaktadır. Şeytanın müminlere verdiği zararları anlatan pek çok ayetten bazıları şu şekildedir; 

… Şeytan onların ayağını kaydırmak istemişti (3 Ali İmran Suresi -155) 

… Zaten şeytan da onları geri dönülmez bir sapıklıkla sersem hale getirmek istiyor. (4 Nisa Suresi -60) 

Şeytan, onlara söz verir, ümit verip hayal kurdurur, hurafeye/anlamını bilmeden okumaya iter. Ama o, onlara bir aldanıştan başka hiçbir şey vaat etmez. (4 Nisa Suresi -120) 

Şeytan; uyuşturucu ve kumara sokularak aranıza düşmanlık ve şiddetli nefret yerleştirip sizi Allah’ı anmaktan, namazdan geri çevirmek ister. Artık son veriyorsunuz değil mi? (5 Maide Suresi -91) 

Örnekleri çoğaltmak pek tabii ki mümkün. Ancak Kuran’da şeytan ile ilgili verilen ana mesaj belli; şeytan bizi Allah’ın yolundan çevirmeye, hataya, günaha yöneltmeye çalışıyor. Öyleyse bir mümin tarafından atılması gereken ilk adım şeytan konusunda son derece uyanık olmaktır. Yani mümin neyi kendisine şeytanın telkin ediyor olduğunu, şeytanın kendisini Allah yolundan nasıl uzaklaştırdığını, kendisini nasıl saptırdığını kolayca anlayabilmek için çok dikkatli olmalıdır. 

Hayata kapılmış giderken, önemli bir yanılgı oluşuyor hepimizde. Şeytan bizi şaşırttı, saptırdı demek için çok büyük yanlışlar yapmayı bekliyoruz. Allah’a isyan, hırsızlık, zina gibi çok büyük bir günaha girildiğinde ancak “şeytana uydum” diyoruz. Oysa şeytan öyle kendini yalnızca büyük olaylarda, büyük suçlarda gösteren bir şey değildir. Şeytan aslında hep bizimle. Hep bizi yanlışa yönlendirmeye, Allah’tan uzaklaştırmaya, bizlere Allah’a karşı hata yaptırmaya çalışıyor. Gün içinde kılınması gereken namazı “şu iş de bitsin de hemen kalkıp kılacağım” diyerek ertelememize, “hemen kılıp işe döneyim” diyerek namazı aceleye getirmemize, “bu kadarcık yalandan, bu kadarcık adaletsizlikten bir şey olmaz, insanlar neler yapıyor” dememize, “dur şimdi şu dizi de bitsin de öyle kalkar Allah yolunda çalışırım” diye düşünmemize, “aman ya ne var ki biraz daha uyuyayım sonra uğraşırım Allah yolunda” dememize de sebep olan hep şeytandır. Ha bu arada bu söylediklerimin kimseyi bir yanılgıya götürmesini de istemem. Yani aman ya zaten bunları bana şeytan yaptırıyormuş, ne yapabilirim ki diye düşünemez bir mümin. Çünkü zaten müminin hayatı bir imtihandır ve müminin asıl imtihanı da şeytanıyladır. 

Öyleyse yapılması gereken çok dikkatli olmak, şeytanın bize fısıldadıklarının her an farkında olmak, şeytana, onun bize yaptırmaya çalıştıklarına kulak asmadan, Allah yolunda doğru bildiğimizi yapmaktır. Ne zaman ki şeytanın bize bir şeyler fısıldadığını hissettik, hemen Allah’a sarılıp O’na daha da yaklaşmalıyız. 

Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma gelirse, Allah’a sığın. Çünkü O, her şeyi işitir, her şeyi bilir. (7 Araf Suresi -200) 

Korunup sakınanlar, kendilerine şeytandan bir görüntü/dürtü gelip dokunduğunda, hemen Allah’ı hatırlarlar. (7 Araf Suresi -201)


İbadet Etmek Yeterli Değil, Gerçek Mümin Olmak Gerek…

Bugünün dünyasında, hele bir de ev dışında çalışıyorsanız Müslüman olarak belli imtihanlarla karşı karşıya kalıyorsunuz. Hayır, kastım günde yarım saatimizi alan namaz, yılın bir ayında tutulan oruç, hayatınızda bir kez gitmenizin yeterli olduğu hac değil. Kastım, İslam dini içerisinde görünmez hale getirilmiş, neredeyse unutulmuş ve unutturulmuş olan ancak müminler üzerine Allah’ın koyduğu diğer yükümlülükler. Örneğin hak yememek, akrabalarınız aleyhine de olsa adil olmak, verdiğiniz sözü tutmak… 

Modern dünya öyle bir hal almış ki yalan söylemek, insanları oyalamak sıradan hareketler sayılıyor. Hele iş yerlerinde kimse adil ve dürüst değil. Herkes kendi çıkarının peşine düşmüş, başka hiçbir değer yok kafasında. İşte bu noktada bir kez daha düşünmek gerek “gerçekten din olmadan ahlak olur mu” sorusunu. Şimdi ahlak deyince tartışmalar adam öldürmek, tecavüz, ensest gibi uç noktalara gidiyor. O zaman rahatlıkla cevap veriyorlar “bir sürü ahlaklı ateist var”. Mutlaka vardır buna bir sözüm yok da, çevrenize bir bakın, iş arkadaşlarınızdan kaç tanesi verdiği sözü tutuyor? Kaç tanesi kendi suçunu itiraf edip, başka birinin suçlanmasını önleyecek kadar adil olabiliyor? 


Benim çevremdeki ehli-dünya kişiler maalesef pek de bu özelliklere sahip değiller. Onlar daha çok ikiyüzlü tavırlarla herkesin yüzüne gülen, her daim kendilerini haklı ve çok çalışkan göstermeye çalışan, suçu, başarısızlığı kolayca arkadaşlarının üzerine atabilen, tek derdi kendini kurtarmak, vazgeçilmez göstermek olan kişiler. Ancak gerçek bir mümin asla böyle olamaz. Allah’ın ayetleri son derece açıktır. 

Ey iman sahipleri! Yapmayacağınız şeyi neden söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında büyük bir günahtır. (61 Saff Suresi-2 &3) 

Allah’a inanan, Kuran okuyan bir Müslüman’ın boş sözler vermesi, boş vaatlerde bulunması olacak şey değildir. “Yarın mutlaka”, “bugün öğleden sonra söz” gibi ifadeler kolayca çıkamaz müminin ağzından. Allah açıkça yapmayacağınız şeyi söylemeniz günahtır derken bu bir mümin için mümkün müdür? 

Ey iman edenler! Öz benliğiniz, anne-babanız, yakınlarınız aleyhine de olsa, zengin veya fakir de olsalar, adaleti dimdik ayakta tutarak Allah için tanıklık edenler olun. Allah, ikisine de sizden daha yakındır. O halde, nefsinizin arzusuna uyarak adaletten sapmayın. Eğer dilinizi eğip büker yahut çekimser kalırsanız, Allah, yapmakta olduklarınızdan haberdardır. (4 Nisa Suresi -135) 

Dahası mümin adil olmak zorundadır. Gerekirse kendi aleyhine olsun adaleti elden bırakmamalıdır. Öyleyse mümin için kendi hatasından dolayı bir başkasını suçlamak, suçu başkasının üzerine atmak olacak şey değildir. Mümin işten çıkarılacağını da bilse Allah’ın bu ayetlerine kulak vermek zorundadır çünkü o dünyada karşılaşabileceği her türlü zorluk ve sıkıntıdan çok daha azap verici olan cehennem ateşinden korkar. 

Korkmayanların, Allah’ın ayetlerine kulak vermeyenlerin durumları ise ortadadır. Bu yukarıda bahsettiklerim onlar için gündelik hayatın birer parçası gibidir, çoğu kez yanlış davranışlar olarak bile yorumlanmazlar. Biz müminlere gelince, Allah’ın ayetleri ortada iken onları okuyup tekrarlayıp dururken (hepimizin Kuran mealini okuyup Allah’ın bize gönderdiği mesajı anlamaya çalıştığımızı umuyorum), nasıl diğerleri gibi davranabiliriz ki? Eğer öyle yaparsak, şu ayet tam da bize uygun olmaz mı? 

İnsanlara hayırda erginliği/dürüstlüğü emredip de öz benliklerinizi unutuyor musunuz? Üstelik de Kitap’ı okuyup durmaktasınız. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız? (2 Bakara Suresi -44)


Adem Havva Kıssası Hakkında Yanlış Bilinenler

Kadın karşıtı söylemlerin çoğu bir noktada mutlaka Adem ile Havva’nın hikayesine dayanır ve “zaten Adem’i cennetten kovdurtan da Havva değil midir?” diye sonlanır. Kadınların kötü, aşağılık, yoldan çıkarıcı oldukları iddiası bu hikayeye dayandırılır. İşin kötüsü bu iddiaları Adem-Havva hikayesine dayandırmak pek çok kişi için aslında İslam dinine dayandırmak anlamına geldiği için din karşıtı, her fırsatta dini eleştirmeye, küçük düşürmeye çalışanlar da bu hikayeyi İslam dini aleyhine kullanıp dururlar. “Adem-Havva-Elma hikayesine dayanan bir dini, bir kadın olarak nasıl kabul edebilirsin?” gibi saçma sorular yöneltilir. Oysa bilindiği şekliyle bu hikayenin İslam dini ile alakası yoktur. Kuran’da bu olaydan bahsedilir ancak pek çok farklılık ile… 

Kuran’da bu hikaye Araf Suresi 11. ve 28. ayetler arasında anlatılır. Özellikle 19. ayetten sonrası okunduğunda açıkça görülecektir ki Adem ve Havva’yı yoldan çıkarıp, Allah’a karşı gelmelerine, dolayısıyla da cennetten kovulmalarına neden olan şeytandır. Yani Havva, Adem’i yoldan çıkarmaz ya da günaha sevk etmez. Her ikisini de günaha iten şeytandır. 

Kıssanın detayları dikkatlice incelendiğinde görülen şudur; Allah kullarını her zaman sınava tabi tutumuştur. Adem’i ve eşini yarattığında da onlara bir sınama olarak cennetteki bir ağacı vermiş (ağacın elma ağacı olduğu ile ilgili bir bilgi de Kuran’da yer almaz) ve o ağaca yaklaşmamalarını öğütlemiştir. 

“Ey Âdem! Sen ve eşin cennette oturun, dilediğiniz yerden yiyin ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de zalimlerden olursunuz.” (7 Araf Suresi -19) 

İşte tam da bu noktada insanın bu dünyadaki en büyük düşmanı, şeytan, devreye girmiş, Adem ile Havva’ya vesvese vermiş, o ağaçtan yerlerse ölümsüz melekler olacaklarını kendilerine söylemiştir. Ve ilk yaratıldığı andan beri doyumsuz olan insanoğlu da cennetteki güzelliklerle bile yetinmemiş, ölümsüz melekler olma hırsı ile şeytana uymuş, Rabbinin yasağına karşı gelmiş ve o ağaçtan yemiştir. Bu yaptığı ile de cezayı hak etmiştir. 

Şeytan, kendilerinden gizlenmiş olan bedenlerini ortaya çıkarmak için onlara fısıldadı: “Rabbinizin sizi bu ağaçtan menetmesinin sebebi, ikinizin birer melek veya birer ebedi varlık olmamanız içindir,” dedi. (7 Araf Suresi -20) 

Böylece onları yalanlarla aldattı. Ağacı tadınca bedenleri kendilerine göründü. Üzerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye başladılar. Rableri kendilerini çağırdı: “O ağaçtan ikinizi menetmedim mi ve şeytanın ikinize düşman olduğunu söylemedim mi?” (7 Araf Suresi -22) 

Yani bu hikayeden çıkarılabilecek pek çok ders vardır. Ancak bunların hiçbiri kadın-erkek ilişkileri ile, kadının yaratılış itibari ile kötü olduğuyla, kadının erkeği yoldan çıkaracak bir tehlike olduğu ile ilgili değildir. Ayetlerden anladığımız kadarıyla, olayda Havva ne kadar suçlu ise Adem de o kadar suçludur. 


Bu kıssadan çıkarılması gereken dersler; şeytanın insanın en büyük düşmanı olduğu, verdiği vesveseler ile insanı Allah yolundan saptırdığı, bu konuda son derece dikkatli olunması gerektiği, şeytanın vesveselerinin işe yaramasında insanın doymaz, fazla hırslı yapısının son derece etkili olduğu, dolayısıyla da şeytanla baş ederken aynı zamanda nefisimizi de kontrol altına almamız gerektiği şeklinde sıralanabilir. 

Adem oğulları, şeytan, ana babanızın vücutlarını kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtmasın. O ve kabilesi sizin onları görmediğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytanları, inanmayanların dostları yaptık. (7 Araf Suresi -27)


Dinden Soğutanlar…

Geçen hafta, Peygamberimiz adına hadis uyduranların, geleneği dine sokmaya çalışanların, Kuran dışı kaynaklardan dini hükümler çıkaranların İslam dinini zorlaştırdıklarından, hatta neredeyse yaşanmaz hale getirdiklerinden bahseden bir yazı yazmıştım. Bu konu ve yazdığım yazı üzerine düşününce şunu fark ettim. “Dini zorlaştırıyorlar” deyince bu kişilerin İslam dinine verdikleri zarar çok da net ortaya konmuş olmuyor. Hatta belki bazıları çıkıp, “ne var kardeşim, din kolay olmak zorunda mı?” diyorlar. Oysa burada benim bahsini ettiğim zorluk, sonradan insan eliyle dine kazandırılan bir zorluk. Eğer Allah bu dini zor bir din olarak indirmiş olsa idi kuşkusuz hiçbirimiz sesimizi çıkarmaz, Allah’ın emirlerini yerine getirebilmek için çabalardık. Halbuki, Allah dini bizim için kolaylaştırdığını tekrar tekrar söylerken (aşağıdaki ayet Kamer suresinde üç farklı ayette tekrarlanıyor), kimin onu zorlaştırıp, birilerini bu dinden uzaklaştırmaya hakkı olabilir ki? 

Yemin olsun ki, biz, Kur’an’ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık. Fakat düşünen mi var? (54 Kamer Suresi; 22, 32, 40) 

O zaman şimdi “bu kişiler İslam dinini zorlaştırmakla kalmayıp yaptıkları saçma ilaveler ile insanları dinden soğutuyorlar” diyelim ve uydurmaların İslam’dan uzaklaştırıcı etkisini inceleyip anlamaya çalışalım. Bir kere en başta şunu söylemek gerekir ki bugün pek çok kişi, bilhassa da çalışan, okuyan, yani dışarıda aktif bir hayatı olan kişiler, uydurmalarla doldurulmuş sözde İslam’ın şartlarını tamamıyla yerine getirmenin imkansız olduğunu düşünüp en baştan bırakıyor. Yani aslında zorlaştırmalar da doğrudan dinden soğutan faktörler arasında yerini alıyor. 

Uygulamadaki imkânsızlıklar bir yana, detaylara takılmış, yapılan ibadetin her bir detayı ile uğraşıp ibadet etmeye çalışan kişiye sürekli bir şeyleri eksik yaptığını söyleyen “çok dindar” Müslümanlar da pek çok kişiyi kolaylıkla dinden soğutabiliyor. “Ayağın şöyle durursa namazın kabul olmaz, o etek boyuyla namaz kılınmaz, şu kıyafeti giyeceksen hiç oruç tutma daha iyi” diyerek insanları yapacakları ibadetten alıkoyan bu kişiler yavaş yavaş dinden uzaklaşmalarına da sebep oluyorlar. 

Pratikte bu zorlukların yanı sıra uydurulan dinin içerisindeki çelişkiler de -gerek bilim, gerek akıl, gerek Kuran, gerekse kendi içlerinde çelişkiler- insanları dinden uzaklaştırıyor. Allah’ın baldırı olduğunu, el sıkıştığını anlatan, cehennemde en büyük azabı ressamların çekeceğini söyleyen, dünyanın balığın üzerinde durduğundan bahseden, Hz. Musa’nın ölüm meleğinin gözünü çıkardığını anlatan, yangının tekbir ile söndürülebileceğini söyleyen hadislere daha pek çoklarını eklemek mümkün. (Daha fazla bilgi için tıklayın)

Bitirmeden önce şu noktayı da mutlaka vurgulamalıyım. Modern insanın bilim ve akıla adeta tapıp şu anki bilimsel ya da zihinsel seviye ile elde edilmiş tüm bilgileri “kutsal bilgi” gibi görmesi de pek tabii ki kabul edilebilir bir şey değildir. Ancak o bilgiyi eleştirebilecek, onun üstüne çıkabilecek olan tek bilgi de Allah’tan gelen bilgidir. 

Öyleyse çözüm yolu tektir. Tüm bu sarmaldan, korkunç ürkütücü uzaklaştırıcı İslam dini algısından çıkmanın tek yolu gerçek din olan, Kuran dinine dönmektir. Ancak o zaman gerçekten hem aklımız hem de vicdanımız ile örtüşen, herkesin kolayca benimseyebileceği bir din çıkar ortaya. Öyleyse gerçek Müslümanlara düşen ilk görev, dinlerini uydurmalardan kurtarmak olmalıdır.


Dinimize Sövenlere Karşı Ne Yapmalı?

Son dönemlerde bilhassa Fazıl Say’ın twitter’da yazdığı mesajlar ve sonrasında hakkında açılan dava üzerine Allah’ın dinine söven, Allah’ın dini ile dalga geçenlere karşı ne yapılmalı sorusu çokça tartışılır oldu. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki Allah Kuran’da dine karşı çıkanlara, dini inkar edenlere verilecek bir cezadan ya da zorlamadan bahsetmez. Dahası Allah, Peygambere bile “sen onlar üzerine zorba değilsin” demektedir. Zaten devlet eliyle bu tür eylemlerin yasaklanması ve cezalandırılması kişilerin günah işleme olasılığını ortadan kaldırır ki bu da aslında en ileriki boyutunda cennet-cehennemin varlığını bile anlamsızlaştırır. 

Tabii devlet eliyle verilebilecek ceza yahut zorlamalardan bahsedilmiyor olması müminlerden bu konuda hiçbir şey beklenmiyor anlamına gelmez. Bu konudaki en net ayet Nisa Suresi’nin 140. ayetidir. Allah bu ayetinde müminlere Allah’ın ayetleri ile alay edenler ile birlikte oturmamalarını öğütlemektedir. Ayet ayrıca bunu yapmayan müminlerin de o münafıklar gibi sayılacaklarını söyler. 

Allah, Kitap’ta size şunu da indirmiştir: Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini, bu ayetlerle alay edildiğini işittiğinizde, bir başka lakırdıya dalıp gittikleri zamana kadar, o münafıkların yanında oturmayın. Aksi halde siz de onlar gibi sayılırsınız. Hiç kuşkusuz Allah, münafıklarla kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir. (4 Nisa Suresi- 140) 


Benzer bir ayet Maide Suresi’nde bu kez münafıklar için değil Kuran’da ehlikitap olarak isimlendirilen Yahudi ve Hıristiyanlar için de geçmektedir. 

Ey iman edenler! Sizden önce kitap verilenlerden ve küfre sapanlardan, dininizi oyun ve eğlence edinenleri dost tutmayın. Eğer inanıyorsanız Allah’tan sakının. (5 Maide -57) 

Yani müminin dostlarını hatta birlikte oturup vakit geçireceği kişileri seçerken bir kıstası olmalıdır. Dinimizi oyun edinen, onu ciddiye almayan, onunla dalga geçen kişiler ile dost olmak, onlar bu şekilde davranırken onlar ile birlikte durmak Allah tarafından hoş karşılanmaz. 

Evet, devlet adına bir ceza verilmesi gerekli değildir, ama müminler bireysel anlamda hatta gerekirse toplu bir şekilde bu kişilere karşı tavırlarını belli etmeli, onlardan uzaklaşmalıdırlar. 

Bence önemli bir nokta daha var. Dinimiz ile alay edenlere karşı atabileceğimiz en önemli adımlardan birisi de onlara karşı kullanabileceğimiz fikirleri, argümanları geliştirmektir. Bunun için de inananlar olarak bizlerin çok çalışmamız gerek. Dini, bilimden, rasyonellikten uzak bir olgu olarak anlattığımız sürece eleştirilerle hatta alaylarla karşılaşma ihtimalimiz yüksek. Bize düşen dinimizi tüm gerçekliği ile çok iyi bilmek. Allah’ın dinini saf ve temiz haliyle, uydurmalar karıştırılmadan önceki haliyle, anlamak ve karşımızdakilere anlatabilmek için çok okumalı, çok düşünmeliyiz. Bilimin dinin iddialarını bu denli desteklediği bir devirde bilimsel verilerden hiç haberdar olmamak, dine saldıran bir kişiye bilimle cevap verememek, üzerimizde bir vebal olabilir. Çalışmak, tartışmaya hazır olmak, inancının rasyonel olduğunu göstermek bence günümüzde bir Müslümanın yeni görevidir. İşte ancak o zaman bu kişilere karşı gerçekten güçlü bir duruş sergileyebilir dinimizi gerçekten koruyabiliriz.


İslam Dini Zor Bir Din Değil, Zorlaştırıyorlar

Yalnızca Müslümanları gözlemleyerek, onların nasıl yaşadıklarına bakarak İslam dini hakkında fikir sahibi olmak isteyen birinin varacağı sonuç İslam dininin zor bir din olduğu olacaktır. Halbuki Kuran okunsa, Allah’ın ayetleri incelenerek İslam dini ile ilgili bir kanıya varılmak istense sonuç bambaşka olur. Allah’ın hiç bahsetmediği bir sürü konu bugün İslam dini çerçevesinde tartışılıp duruyor. Birkaç örnekle durumun vahametini anlayalım; 

Allah Kuran’da namaz ile ilgili dinen gerekli açıklamaları yapmıştır; namazın vakitleri, namaz kılarken yapılması gereken üç hareket, namazda Allah’ın anılması ve yüceltilmesi, namazın huşu (konsantrasyon) içinde kılınması vb. Peki geleneksel İslam’daki sınırlar nasıldır? Bu hareketleri yaparken elinizi kolunuzu koymanız gereken yerler, namaz sırasında uygulanması gereken (bilhassa kadınlar için) kapanma kuralları, okunması gereken dualar, ayakların yere konuş şekli, gözlerin nereye odaklanması gerektiği, resme ya da aynaya karşı namaz kılınmaması gerektiği, belli dualar okunurken işaret parmağın alacağı şekil, omuz omuza sımsıkı saf tutulmasının önemi… Hepsi tek tek vurgulanır ve tartışılır. 


Oruca başlayıp herhangi bir nedenle o gün orucunu tamamlayamayanların kesintisiz 61 gün oruç tutmaları, hacda şeytan taşlanması gerektiği, hacdan sonra kadınların kapanması, erkeklerin ticaretten bile uzak durması gerektiği de Kuran’da hiç yer almadığı halde İslam dini diye anlatılan, İslam dini adına vurgulanan konulardır. 

Oysa Allah Kuran’da bizler için zorluk değil kolaylık istediğini belirtmiştir. (2 Bakara Suresi-185) 

Bu bağlamda son derece çarpıcı olan başka bir ayet ise Maide Suresi’nin 101. ayetidir. 

Ey iman sahipleri! Size açıklandığında canınızı sıkacak şeylerle ilgili soru sormayın. Kur’an indirilmekte iken onları sorarsanız size açıklanır. Allah onlardan vazgeçmiştir. Allah Gafûr’dur, Halîm’dir. 

Bu ayet açıkça belirtmektedir ki Allah her konuda bir açıklama yapmaz. Bazı konulardan Kuran’da bahsetmeyerek, onları dinin sınırlarının dışında bırakmıştır. Yani kişilerin kendisine bırakmıştır. Ama eğer Kuran’ın indirildiği toplumda yaşayanlar bu açıklanmayan konularda bir soru sorarlarsa Allah cevap olarak onlara o konuda bir hüküm indireceğini söylemektedir. Yani aslında kişiler sordukları sorular ile kendilerini bir sorumluluk altına sokmuş olacaktırlar çünkü Allah’ın hükmü kuşkusuz ki inananlar üzerine sorumluluk yükler. İşte bu yüzden Allah açıklandığında hoşlarına gitmeyecek şeyi sormamalarını inananlara öğütlemektedir. (Kuşkusuz ki bu ayet Kuran’ın indirildiği dönem, o toplumda yaşayan kişileri hedef almaktadır çünkü hüküm indirilme süreci Kuran’ın tamamlanmasıyla birlikte sona ermiştir.) 

Allah açıkça her konuyu Kuran’da hükme bağlamadığını, bazılarını din dışı bıraktığını açıklarken, insanlar ne yapmışlar? Kuran’da açıklanmamış, hakkında hüküm inmemiş pek çok konuda sınırlar koyma çabası içine girmişlerdir. Sünnet ve hadis adı altında Allah’ın koymadığı yasaklar, emirler oluşturulmuştur ve dahası bu kişiler bu sözleri Peygamberimizin söylediğini iddia ederek büyük bir vebal altına girmişlerdir. Çünkü Allah kendisinin tek hüküm koyucu olduğunu söylerken Peygamberimizin hüküm koyduğunu iddia etmek onun Allah’a karşı geldiğini söylemektir. Tüm bu artan yasaklar ve emirler; müziğin, resmin, karşı cinsle konuşmanın ve daha yüzlercesinin haram edilmesi; ise İslam’ı yaşanması zor, hatta neredeyse imkansız bir hale getirmiştir. Oysa, İslam dini, gerçek İslam dini, zor bir din değildir. Onu zorlaştıran insanlardır.


Çokeşlilik Hakkında Kuran’ın Söyledikleri

Çokeşlilik son günlerde bilhassa Sibel Üresin’in yaptığı son açıklamalardan sonra dini tartışmaların merkezine oturmuş durumda. Bu konu ile ilgili gerçek din adına söylenmesi gereken o kadar çok şey var ki. Kulaktan dolma bilgiler, yanlış yorumlar tartışmaları kuşatmış vaziyette. Çokeşlilik konusu tartışılırken yapılması gereken öncelikle hem anlatılan hikayeleri, peygamberin söylemiş olduğu iddia edilen sözleri, imamların yorumlarını hem de modern toplumun medya ile, eğitim ile bize empoze ettiği değerleri bir tarafa bırakmak ve Kuran’ın istediği müminler olarak aklımızı işletmektir. 

Kuran’da çokeşlilikten bahseden ayet 4 Nisa Suresi’nin 3. ayetidir. Önce ayeti okuyalım sonra bu ayetten anlaşılanları ortaya koyalım. Bu konuda ortaya atılan belli başlı yanlışları da düzeltmeye çalışalım. 

4 Nisa Suresi 3 Yetimler konusunda adaleti koruyamayacağınızdan korkarsanız, sizin için temiz kılınan kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın. Eğer bu durumda adaleti gözetemeyeceğinizden korkarsanız, bir tek kadınla yahut yeminlerinizin/sağ ellerinizin sahip olduklarıyla yetinin. İşte bu, haksızlığa sapmamanız için en uygun yoldur. 

Öncelikle söylemek gerekir ki Allah çokeşliliği emretmez. Yani bu mümin erkekler üzerine bir şart değildir. Allah sadece bu konuda onlara izin vermiştir. Bu inanan erkekler tarafından mutlaka uygulanması gereken bir durum değildir ama eğer inanan bir erkek birden çok kadınla nikahlanmak isterse bu onun için mümkündür. Bu durumu yukarıdaki ayetten çıkarabileceğimiz gibi Kuran’ın genelinden de çıkarabiliriz. Kadınların aynı anda birden fazla erkekle nikahlanmasını yasaklayan Kuran erkekler için böyle bir yasaktan bahsetmez. 

Çokeşlilik konusunda düzeltilmesi gereken bir diğer yanlış yargı ise evlenilebilecek kadın sayısının 4 ile sınırlanmış olduğudur. Allah bu ayette en çok dörder dememektedir. Sadece örnek olması açısından birer ikişer diye saymaktadır. 

Yalnız yukarıdaki ayet dikkatlice okunduğunda görülecektir ki aslında Allah tarafından kendilerine verilen bu izin erkeklere tamamen özgür bir ortam da sağlamamaktadır. Allah ayette erkeklerin çok eşli oldukları durumlarda kadınlar arasında adaleti sağlamakla yükümlü olduklarını söylüyor. Ve hatta bunu başaramazsanız tek bir tane ile yetinin diyor. Bu ilke kuşkusuz kadını koruyan bir ilkedir. Bugünkü hayatlarımıza baktığımızda evli olan bir erkeğin ikinci/üçüncü eş ile evlendiği takdirde gerçekten adaletli olabilmesi için ilk eşini durumdan haberdar etmesi gereği gibi bir mantık çıkıyor ortaya. Yalnız bu konu da yanlış anlaşılmamalı. Evet mantiken pratikte bu gerekli gibi gözükse de Allah eşleri durumdan haberdar edin diye bir hükümde bulunmuyor. Yani erkek isterse pek ala evliliklerini kadınların birbirlerinden habersiz olacakları şekilde yürütebilir hatta eşler arasında adaletsiz de olabilir. Yani Allah erkeği adaletli olma gereği ile bağlıyor da olsa esas olarak erkeğe çok eşlilik iznini veriyor. Kuşkusuz bunun hesabını da ahirette Allah’a verecektir. İnananların bu konuda son derece net olmaları gerekiyor. 21. yüzyılın değerlerine uyduracağız diye Kuran’ı, Allah’ın sözünü eğip bükmek bir mümine asla yakışmaz. 

Bu tabi ki demek değil ki kadınlar eşlerinin ikinci üçüncü evliliklerin kabul etmek zorundalar. Allah erkeğe bu izni vermiş ancak kadına da boşanma hakkı vermiş. Öyleyse kocasından şüphelenen ya da kocasının başka evlilikleri olduğunu bilen bir kadın bu durumdan rahatsız olup boşanma kararı alabilir. Yani Sibel Üresin’in dediği gibi Allah erkeği kadının efendisi diye nitelemez. Allah insanları kadın ve erkek olarak iki farklı cinste yaratmıştır ancak efendi olan ancak kendisidir. (Allah Kuran’da en hayırlınız takvaya en sıkı sarılanınızdır demektedir. ) Her bireyin özgürlüğü ve özgür iradesi vardır. Kadınlar da kimle evlenip kimden ayrılacakları, kime ne derece uyum sağlayacakları, kime ne kadar uyacakları gibi konularda seçme hakkına tabi ki sahiptirler. 

Öyleyse Allah’ın verdiği bu izin her iki taraf için de emir değildir. Yani ne erkekler bunu uygulamak ve birden fazla kadın ile evlenmek zorundadırlar ne de kadınlar buna katlanıp eşlerini başkaları ile paylaşmak zorundadırlar. Bir mümine yakışan da Allah’ın çizdiği sınırları magazine kaçmadan en yalın, en net haliyle ortaya koymaktır. Bu konuda tartışacak, söz söyleyecek herkesin bundan sonra böyle davranması dileğiyle..


Allah’ın Sistemini Benimsemek…

Biz Müslümanların yaptığımız en önemli hatalardan biri yaşadığımız zaman ve mekânın etkisinde oluşan fikirlerimiz, değer yargılarımız ile Allah’ın sistemini yargılamak. İnanmayan birinin yaşadığı zamanın, kültürel altyapısının değer yargılarını “en doğru” kabul etmesi belki normal sayılabilir de her şeyin yaratıcısı ve sahibi, insanı yaratan, tüm düzeni var eden bir tanrının varlığına inanan kişinin olayları yargılarken ölçüt olarak bu tanrının yasalarını değil de zamanının değerlerini kullanması anlaşılmazdır. 

Geçen gün arkadaşlarla “çokeşlilik” üzerine yaptığımız bir tartışma sonucu fark ettim ki inanan hatta inancını yaşayan insanlar bile Allah’ın kurduğu sisteme (emir ve yasaklarına) tam bir teslimiyet duymayabiliyorlar. Allah’ın erkekler için çok eşliliğe izin vermesinin önemli hikmetleri olduğunu, belli durumlarda toplumsal düzenin sağlanması, toplumların üreme yoluyla devam edebilmesi, zinanın azalması yönünde bu iznin önemli katkılar sağladığını tartıştık. Tabii ki Allah, erkek üzerine de bir yük koyarak erkeğin bu gibi durumlarda adil olması gerektiğini öğütlüyor. Yani bu izni alan erkek de tamamen özgür değil, Allah’ın kendisine öğütlediği sınırları korumak zorunda. (Çok eşlilik üzerine daha geniş bir yazı için tıklayın) 

Bu konular üzerine derin bir tartışmaya girmiş, olaya tüm detayları ile hakim olmaya çalışırken, bazı arkadaşlarımızın çok eşliliği çok sert şekilde kınayan ifadeler kullandığına şahit olduğum. Yani aslında bunlar Allah’ın verdiği bir izne karşı kullanılan ifadelerdi. Çok eşli yaşayanların, aslında daha da çok “çok eşliliği kabul eden kadınlar”ın sert bir şekilde eleştirildiğine, hatta Allah’ın yapmayın dediği bir şeyi yaparak o kadınların iffetsiz ilan edildiklerine şahit oldum. Ne yalan söyleyeyim üzüldüm, çok üzüldüm. 

(Allah 49 Hucurat Suresi 11. ayette “Ey inananlar! Bir topluluk başka bir toplulukla alay etmesin! Olabilir ki, alay ettikleri topluluk kendilerinden hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler. Alay ettikleri, kendilerinden hayırlı olabilir” 

buyurmaktadır.) 

Şunu fark ettim, insanlar, hem de inanan, dini yaşamaya gayret eden insanlar kafalarındaki değerler ve fikirler ile Allah’ın sistemini yargılıyorlardı. Dahası neredeyse çok eşlilik izninin belli durumlar için verildiğini, bugün yapılmaması gerektiğini bile söyleyeceklerdi. Aslında duygusal olarak anlıyordum. Hepimiz bu şekilde büyüdük. Girdiğimiz tüm sosyal ortamlarda, televizyonda vs. tüm hikâyeler aldatma üzerinden anlatılıyordu. Çok eşlilik de kafalarda direkt aldatma kategorisine sokuluyordu. Mesele “sevdiği adamı paylaşmak” ifadeleri üzerinden tartışılıyor, bazı kadınların bunu onaylayabileceği, ya da en azında belli zaman ve mekânlarda bunun kadınlar tarafından da son derece normal karşılandığını kabul etmek istemiyorlardı. Dinlenilen hikâyelerde, seyredilen film ve dizilerde acıdıkları kadınların yerinde olmak, onlara “şimdi olaylar öyle değil ama” diye başlayan cümleler kurduruyordu. Tabi burada önemli bir noktayı da mutlaka vurgulamak gerekir. Allah çok eşliliği emretmiyor, sadece onu yasaklamıyor. Yani bu her erkek çok eşli olsun demek değil. Ayrıca, gerçek İslam’a göre kadının da boşanma, kocasından belli taleplerde bulunma gibi hakları olduğuna göre kocalarının çokeşliliğini kabul etmeyecek olan kadınlar bunu kocaları ile konuşur, herhangi hoşlarına gitmeyen bir durumda da kocalarından ayrılırlar. 

Burada kastım herkesin çok eşliliği kabul etmesine dair bir zorunluluk olduğu falan değil. Demek istediğim Allah’ın izin verdiği bir eylemi, çok kötü, çok iğrenç, çok ahlaksız ilan etmeden önce dikkatli olunması gerektiğidir. Biz Allah’ın koyduğu sistemi yargılayabilecek kapasite, bilgi birikimi ve öngörüye sahip değiliz. Hepimiz kendi hayatlarımızla ilgili tercihler, seçimler yapabiliriz ancak Allah’ın izin verdiği bir eylemi gerçekleştirenleri kınayamayız. Hele hele onları ahlaksızlık ile suçlamak Allah’ın sistemi üzerine bir sistem getirmek, yeni tanımlar yapmak demektir ki bu müminler için kabul edilemez olmalıdır. 

2 Bakara Suresi- 216: Bir şey sizin için hayırlı olduğu halde siz ondan tiksinebilirsiniz. Ve bir şey sizin için şer olduğu halde siz onu sevebilirsiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.


Neden Hayırlısı Olsun Diyoruz?

Müminin en önemli özelliklerinden biri, bir olaydan, alınması gereken bir karardan, atılması gereken önemli bir adımdan önce “hakkımızda hayırlısı” demesidir. Bunu söyleyen mümin aslında şunu kabul eder: “Ben kendi istediğim olsun diye ısrar etmiyorum, benim için gerçekten hayırlısı neyse o olsun”. Peki mümin böyle bir şeyi neden yapar ki? Kendi istediği gerçekleşsin diye Allah’a yalvarmak, Allah’tan bu doğrultuda istekte bulunmak varken neden hayırlısı neyse o olsun der ki? Kuşkusuz ki bunun nedeni o konuda bir isteği, bir tercihi bulunmaması değildir. Hayatımızla ilgili tüm konularda gönlümüzün daha çok istediği bir alternatif muhakkak vardır. 

Örneğin bir sınava giriyorsak o sınavı başarmak, bir işe başlıyorsak o işi başarılı bir şekilde sonuçlandırmak, bir iş görüşmesine gidiyorsak o işe kabul edilmek, ticarete atılıyorsak başarılı olup çok para kazanmak, birini beğeniyorsak onunla mutlu olabilmek, doktor ya da hastaneye gidiyorsak sağlık problemimizi bir an önce atlatabilmek isteriz. Yani aslında başladığımız ya da başlamak istediğimiz ne iş olursa olsun, o konuda kafamızda bir fikir, gönlümüzde bir istek mutlaka vardır. Ancak tüm bu durumlarda mümine yakışan dua “Allah’ım n’olur başarılı olayım, n’olur bu işi alayım, n’olur çok para kazanayım, n’olur bir an önce iyileşeyim” demek yerine “Allah’ım n’olur bana hayırlısını ver” demek olmalıdır. 

Allah bu durumun önemini Kuran’da şu şekilde ifade ediyor; 

Bir şey sizin için hayırlı olduğu halde siz ondan tiksinebilirsiniz. Ve bir şey sizin için şer olduğu halde siz onu sevebilirsiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz. (2 Bakara Suresi- 216) 

Ayetteki ifade son derece açık. Kuskusuz ki Allah ile karşılaştırıldığında insanların kendi hayatları ile ilgili bilgileri dahi son derece kısıtlıdır. Geleceği bilmeyen, başkalarının kafalarında ne olduğunu bilemeyen, ileride işlerin ne şekilde şekilleneceğini bilemeyen insan son derece kısıtlı bilgisi ile karar vermeye, isteklerde bulunmaya kalkar. Bazen yaptığı “hesap”lar sonucu o sınavı geçmenin, çok para kazanmanın, işe girmenin, sağlığına kavuşmanın kendisi için çok iyi olacağına karar verir. Oysa bu tercihin kendisine ne getirebileceği ile ilgili pek de fikri yoktur maalesef. 

O çok istediği işi kaçırdığında onu daha çok mutlu edecek bir işe girecek olabilir yakında. Ya da o çok hoşlandığı kişi onu yanlış yollara sürükleyip başının derde girmesine neden olabilir. Yani güzel görünenlerin sonunda şer olabilir, kötü gibi gözükenler de insana hayır getirebilir. 

Tabi bir de işin ahiret boyutu var. Hayrı ve şerri sadece bu dünya ile kısıtlı da düşünmememiz gerekiyor. Dünyanın en çok kazandıran işi, en mutlu eden eşi, en çok onurlandıran başarıları eğer insanı Allah yolunda imandan, uğraşmaktan alıkoyuyorsa o zaman zaten pek tabi ki o kişi için şerdir. Allah herkesi böyle sağlıktan, böyle başarıdan, böyle aşktan korusun.


Ateşten Çukurun Kenarından Kurtulmak…

İnsan için birlikte vakit geçirdiği, yakın ilişki kurduğu kişilerin özellikleri çok önemlidir çünkü insan yanındakilerin huyundan, fikirlerinden, davranış biçimlerinden çok net bir şekilde etkilenir. 

Modern hayat hepimizi farklı farklı ortamlara girmeye, kendimizden çok farklı kişiler ile iletişim içinde olmaya mecbur eder. Çoğumuz seçmediğimiz ve asla seçemeyeceğimiz iş ya da okul arkadaşları ile saatlerimizi geçiririz. Bir süre sonra, birlikte geçirilen vaktin etkisi ile, bu kişiler bize gerçekten yakın olurlar. Zaman zaman eşlerimizden, kardeşlerimizden, o çok sevdiğimiz ama pek de görüşemediğimiz çocukluk arkadaşlarımızdan daha yakın. İşte okulda bizim gibi olmayan insanlar ile uzun vakitler geçirmek, yakınlıklar kurmak durumunda kalırız. Tabii ki insanlar birbirinden farklı olacak ne var ki bunda demeyin. Bahsettiğim hobi, zevk farklılıkları değil. Bu kişiler bazen inanmayan, bazen inansa da bunu hayatına yansıtmayan, dini duygulardan çok dünyevi kaygılarla hareket eden kişiler olabilirler. İşte o zaman çok dikkatli olmamız gerekir. Çünkü bu sıkça vakit geçirdiğimiz kişiler zamanla bizi de olumsuz etkilerler. 

Mesela kendimizi, yaşantımızı onlarla karşılaştırıp “zaten çok iyi” olduğumuz kanaatine varırız da bu bizi tembelliğe, kendimizi Allah yolunda geliştirmemeye götürür. “Gün içinde 5 dakika işi bırakıp namaza gidiyorum ya canım başka yapan mı var” gibi düşünceler belirir aklımızda. Daha da kötüsü bazen biz de onlara uyarız da yapıyor olduklarımızı da yapamaz oluruz. Günün heyecanına, işlerin yoğunluğuna, sohbetin güzelliğine kapılırız da sadece dünyayı isteyen insanlar olur çıkarız. 

Öyleyse bir müminin kimlerle birlikte olduğu, kimlerle vakit geçirdiği çok önemlidir. Yukarıda da dediğim gibi işte ve okulda birlikte olduğumuz insanları belirleyemeyeceğimize göre (tabii işte ve okulda birlikte olduğumuz kişilerle kuracağımız ilişkinin yakınlığını pek ala belirleyebiliriz) bunun dışında kalan zamanlarda bizimle olan arkadaş ve dostlarımızı seçerken çok dikkatli olmalıyız. Müminlerin kendileri gibi kişilerle vakit geçirmeleri çok önemlidir. Çünkü müminler, müminler ile birlikteyken ruhlarını doyuran sohbetler eder, birbirlerini Allah yolunda motive eder, birbirlerini hayra ve güzel işlere yönlendirirler. Bu durumun önemi Kuran’da şu ayet ile ifade edilmektedir; 

Hep birlikte Allah’ın ipine yapışın, fırkalara bölünüp parçalanmayın; Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Birbirinizin düşmanı idiniz, Allah kalplerinizi uzlaştırıp kaynaştırdı da O’nun nimeti sayesinde kardeşler haline geldiniz. Ateşten bir çukurun kenarında idiniz; sizi oradan kurtardı. Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki, doğruya ve güzele yol bulasınız. (3 Ali İmran Suresi- 103) 

Ayette müminlerin bölünüp parçalanması, birbirlerinden uzaklaşması “ateşten bir çukurun kenarında” olmak ile betimleniyor. Daha sonra bu müminlerin birbirleri ile kaynaşıp kardeş olduklarında bu ateşten çukura düşmekten kurtuldukları anlatılıyor. Yani Allah müminleri birbirlerine yaklaştırarak onları koruyor ve kurtarıyor. 

Ayet açıkça gösteriyor ki müminlerin birlik içinde olması, kardeş olduklarının bilincinde birbirlerine destek olmaları onlar için son derece önemlidir. Zaten bir mümin ancak gerçek müminler ile bir aradayken mutlu ve huzurlu olur. Ancak o zaman içindekileri tüm samimiyetiyle yanındakilerle paylaşabilir. Yanındakilerden destek alır. Onlarlayken imanını tazeler, destekler. Bu tip ortamlara alışan bir mümin bunu zaten hep özleyecek ve diğer tanıdıklarının yanında asla o kadar mutlu olamayacaktır. Allah hepimize mümin dostlar nasip etsin; bu dostları arama bilincini versin inşallah.


Yarın İstanbul’da Hava Nasıl Olacak?

Son günlerin en gözde sorusu bu, çünkü tüm kararlar ona göre veriliyor. Ne giyileceği, nereye, nasıl gidileceği hep buna bağlı. İnsanlarda hep bir endişe. Yarın kar olursa nasıl giderim? Acaba hangi toplu taşıma aracını tercih etsem? Haklılar tabi. İstanbul’da şartlar zor. Yanlış bir seçim sonucu saatlerce yolda kalmak, üşümek, acıkmak, can sıkıntısı muhtemel. 

Peki ya ahiret? Ne alaka demeyin lütfen. Şu yukarıda bahsettiğimizin en kötüsü 5-10 saatlik bir sıkıntı. Bunun için bu kadar çok düşünene bu kadar çok plan yapan insanlar acaba ahiretleri için de plan yapıyorlar mı? Sanırım ne yazık ki cevap hayır. Halbuki esas planlanmayı, üzerine düşünülüp endişelenmeyi hak eden ahiret hayatıdır. Neden mi? İki önemli neden var; 



1. Ahiret sonsuz bir yurt. Eğer orada, Allah korusun, ödüllendirilmeye değil de cezalandırılmaya uygun görülürseniz bu geçici, öyle 5-10 saatlik, hadi 5-10 günlük bir azap değil. Ahiret yurdu sonsuzdur. Öyleyse ahiretteki ödüller de cezalar da sonsuzdur. 

İş onların sandığı gibi değil! Kötülük ve çirkinlik kazanan, suçu kendisini kuşatmış olan kişiler, ateşin dostudurlar. Sürekli kalacaklardır onun içinde. (2 Bakara Suresi -81) 

İman edip hayra ve barışa yönelik işler yapanlar ise cennetin dostudurlar. Onlar da onun içinde sürekli kalacaklardır. (2 Bakara Suresi -82) 

2. Ahiretteki azap öyle biraz üşüme, trafikte uzun kalıp da sıkılma ile karşılaştırılamayacak kadar büyük bir azaptır. 

Ayetlerimizi inkâr edenleri yakında bir ateşe yaslayacağız. Derileri piştikçe, azabı tatsınlar diye, derilerini öncekinden başka derilerle değiştireceğiz. Allah Azîz ve Hakîm’dir. (4 Nisa Suresi -56) 

Ah bir görsen, ateşin başında durdurulup da şöyle dediklerini: “Ne olurdu, geri gönderilsek, Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve müminlerden oluversek.” (6 Enam Suresi -27) 

Dünyada yaşayabileceğimiz zorluklarla ahirette karşılaşabileceğimiz azabı, Allah hepimizi korusun, karşılaştırdığımızda hangisinin daha vahim olduğuna dair kimsenin bir şüphesi yoktur sanırım. Ancak ahiret insana çok uzak geliyor olacak ki insanlar genellikle ahiret ile ilgili düşünmek de konuşmak da istemezler. Saatlerce kar hakkında, karda zorluk yaşamamak için gerekli planlamalar hakkında konuşan bu insanlar bırakın ahireti, ölüm konusunu bile korkunç, üzücü, konuşulmaz bir konu haline getirmişlerdir. Haliyle, bu durumda, ahiret için plan yapmaktan, hazırlık yapmaktan uzak ancak bu dünya ile uğraşan bireyler haline gelirler. Oysa o gün hakkında düşünmemek o günün gelmesini engellemeyecektir. 

Allah insanın kısa vadeli olanı arzuladığını Kuran’da şu ayet ile dile getirmiştir. 

“İnsan, aceleden yaratılmıştır. Ayetlerimi size göstereceğim. Benden acele istemeyin!” 21-Enbiya Suresi 37. Ayet



12 Mart 2013 Salı

Kimsesiz ve Hiçbir Şeysiz Ahirete Gitmek

İnsan hayatında önemli anlar vardır, insanı uyandıran anlar…Aklımızın bir köşesinde hapsetmeye çalıştığımız bir fikrin hatırlanmasıylaaman Allah’ım dediğimiz, adeta silkinip kendimize geldiğimiz anlar… Geçenlerde okuduğum bir ayet sayesinde tam da böyle hissettim. 6 Enam Suresinin 94. ayeti bende tam da bu etkiyi yarattı. 

Yemin olsun, sizi ilk yarattığımızdaki gibi yapayalnız/teker teker bize geldiniz. Size verip hayaline daldırdığımız şeyleri de sırtlarınızın arkasında bıraktınız. Sizinle ilgili hususlarda ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçılarınızı da yanınızda görmüyorsunuz. Yemin olsun, koptu aranızdaki tüm bağlar ve uzaklaşıp kayboldu yanınızdan o bir şey sandıklarınız. 

Tabi ki insanların yalnız öldüklerini, dünyadan iyi amelleri dışında hiçbir şeyi ahirete götüremediklerini biliyordum. Ancak ayet bunu ortaya öylesine müthiş bir şekilde koyuyor ki etkilenmemek mümkün değil. 

Ayetteki ilk ifade insanın aynen doğduğu zamanki gibi ölürken de yalnız olacağını hatırlatıyor inananlara. Yani bu dünyada güvenilen ve belki de insanlara kapılar açan tanıdıklar, akrabalar, hemşeriler ahirette yok. Onlar ne dünyaya gelirken yardım edebilirler insana ne de öldükten sonra ahirette başına gelebilecekler konusunda. Yani insan Allah’ın kendisini yarattığı gibi tek başına döner Rabbine. Yardım, destek, torpil olmadan. Yardımlar, torpiller geçicidir, son derece kısa olan dünya içindir sadece. 


Ayetteki 2. ifade ise halk arasında “kefenin cebi yok” diye anlatılan gerçeği ifade eder. Bu dünyada uğruna çabalanan malın, mülkün, paranın nasıl da geçici olduğu, ölüm geldiği anda insanın nasıl da hepsini geride bırakıp gideceği hatırlatılıyor burada da Müslümanlara. Bu ifade, bir tane daha ayakkabı, bir tane daha araba, bir tane daha ev için uğraşıp durmanın, hayatı bu uğurda tüketmenin ne derece anlamsız olduğunu da açıkça ortaya koyuyor tabi. Bu geçici zevkler, oyalanmalar için harcanan vakit ve para ancak Allah yolunda üretmek ve ihtiyaç sahiplerine yardım etmek için harcanırsa insan için kazançlı olacaktır çünkü insanın ahirete götürebildiği tek şey bu dünyadaki hayırlı işleridir. 

2 Bakara Suresi 223 …. 

Öz benlikleriniz için önceden bir şeyler gönderin. Allah’tan sakının ve bilin ki, O’na mutlaka ulaşacaksınız. İman sahiplerine müjde ver. 

Öyleyse tüm hayatımızı uğruna harcadığımız insan ilişkileri de, mal mülk kaygısı da ahiret ile Allah yolunda gitmekle karşılaştırıldığında hiçbir şey ifade etmez. Bunlar gelip geçici oyalanmalardır sadece. Biz Allah’ın huzurunda hesap verirken, Allah sonsuz yurttaki mekanımız hakkında karar verirken ne çevremizdeki insanların ne de sahip olduklarımızın bize bir yararı olacaktır. Bu durumda bir mümine yakışan, hayatını böylesine gelip geçici zevkler ya da dertler uğruna harcamaktansa esas yurt olan ahiret için, Allah yolunda hayırlı bir şekilde geçirmektir.


Müminin Sınavı

Geleneksel anlayış, her zaman, İslam’ı net kurallar ve keskin sınırlar ile şekillendirmek niyetinde olmuştur. Nihayetinde de ortaya son derece detaylı bir İslam anlayışı çıkmıştır. Bu anlayış öylesine yaygınlaşmış, öylesine içselleştirilmiştir ki bu detaylara yer vermeyen bir din günümüz Müslümanlarını tatmin edememektedir. 

Oysa Kuran her konu ile ilgili net sınırlardan, tüm ayrıntısı ile belirlenmiş emirler ve yasaklardan oluşmaz. Kuran tüm Müslümanları tek tip bir kutuya yerleştirmek yerine kişilere karar verebilecekleri, kendi sınırlarını çizebilecekleri alanı tanımaktadır. Bu noktada önemli bir yanlış anlamayı da engellemek gerekir. Kuran, İslam dininin asıl ve tek kaynağı olarak, İslamiyet adına tüm gerekli detayları içerir. Kuran’ın içermediği, geleneksel anlayışta yer verilen detaylar dini anlamada gerekli değildir. Yahudilere tırnaklı hayvanların, sığır ve koyunun yağlarının haram edildiğini belirten Kuran’ın (6 Enam Suresi-146) ya da hacdan engellenenler üzerine bir emir olan Kabe’ye kurbanlık hayvan bağışlamanın ve kurban yerine varıncaya dek başları tıraş etmemenin gerektiği ve başından hastalığı bulunanlar için bu uygulamanın istisnai durumu (2 Bakara Suresi -196) gibi detayları içeren Kuran’ın namazlardaki rekat sayılarını ya da namazlarda okunması gereken duaları unutmuş olması mümkün müdür? Tabi ki hayır. Buradan çıkarılması gereken ders bunların gereksiz detaylar olduğudur. Oysa geleneksel anlayışın etkisi altındaki kişiler sınırlara, kalıplara olan meraklarıyla Kuran’a yaklaşıp “Kuran yeterli olsa namazı nasıl kılacaktık?” gibi sorular sormaktadırlar. 

Oysa durum son derece basit. Allah Kuran’da bazı sınırları insanın kendisine bırakmıştır. Yani aslında bu da sınavın ta kendisidir. Ne kadar infak etmesi (Allah yolunda harcama yapması) gerektiği net sınırlar ile belirlenmeyip infak etmesi beklenen miktar “ihtiyaçtan fazlası” (2 Bakara Suresi – 219) diye tanımlanmış olan insan, malıyla/parasıyla sınanıyordur. Namazın uzunluğu, içinde okunması gereken dualar belirlenmemiş mümin, namazıyla sınavdadır. Allah için kaç dakikalık bir namazın, hangi duaların, namazda hissedilen hangi hislerin daha makbul olduğunu bilmeyen müminin yapması gereken kendisini sürekli geliştirmek için çabalamaktır. Güç yetiremeyenler oruç tutmak yerine fakir doyursun diyen Kuran ayetleri (2 Bakara Suresi- 184) güç yetirememenin tanımını yapmazken insanı vicdanı ile baş başa bırakır ve mümini imtihan eder. Halsizlik mi güç yetirememektir acaba yoksa mide ağrısından yataklara düşmek mi? 

Öyleyse Kuran’da insana bırakılan alanları, haşa unutulmuş, atlanmış, doldurulması gereken alanlar gibi değil, müminin sınavı olarak görmek gerekir. Bu durumda mümine düşen elini vicdanına koyup “sizi mallarınız ve canlarınız ile imtihan edeceğiz” (3 Ali İmran Suresi – 186) diyen Allah’ın sınavından başarı ile geçmek için çabalamaktır. Bunu yaparken hatırlanması gereken en önemli nokta Allah’ın her şeyi gördüğünü ve bildiğini hatırlamak ve samimi olmaktır. Mümin en sonunda, kendisini her an izleyen, her anını bilen Allah’a hesap vereceğinin bilincinde tüm samimiyetiyle yaşamalı ve Allah’ın mümine bıraktığı alanlarda yapabileceğinin en iyisini yapmak ve sürekli kendisini daha da geliştirmek için çabalamalıdır. 

Yemin olsun ki, insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını da biz biliriz. Biz ona, şah damarından daha yakınız. (50 Kaf Suresi – 16)